Deprem Değil Cinayet




Van’ı 23 Ekim’de vuran 7.2 şiddetindeki depremin adından Başbakan Erdoğan sadece ilk 24 saat başarısız olduklarını öne sürdü, bir ay geçmeden ikinci büyük depremin vurduğu Van’da yine hayatlar söndü, binalar yıkıldı. Bu depremden on gün önce Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, “Deprem açısında en güvenilir Van ve Erciş’tir” diyerek, yıkık olmayan binalara girilebileceğini söylemişti.

23 Ekim’deki depremde 600’ü aşkın kişi hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı. Oluşturulan komisyonlarca hazırlanan hasar tespit raporlarında 137 bin 396 hanelik Van genelinde 25 bine yakın binanın kullanılamaz hale geldiği belirtilmişti. Bu ilk incelemelerin sonucuydu. Depremin yol açtığı zararların gerçek boyutları hakkında henüz sağlam bir rapor oluşturulmuş değil.

Çok sayıda artçı depremin ardından 9 Kasım’da Van’ı vuran 5.6 şiddetindeki depremde en az 7 kişi daha hayatını kaybetti, 2’si otel 25 bina yıkıldı.

İlk büyük depremde tüm çıplaklığı ile ortaya çıkan ihmalin hesabı henüz verilmezken, yıkılan bu binalara girişlere kimin izin verdiği, hasar tespit çalışmalarında bu binalara ilişkin nasıl rapor tutulduğu konusunda hükümet sessiz.

RESMİ OLARAK HASAR TESPİT ÇALIŞMALARI YAPILMADI

BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak İstanbul’da yaptığı açıklamada “23 Ekim’de yaşanan depremden bu yana 17 gün geçti. 17 gün içerisinde resmi olarak hasar tespit çalışmaları yapılmadı. Bunun, bu ölümlerin hesabını kim verecek” dedi. Depremin üzerinde 17 gün geçmesine rağmen hasar tespit çalışmalarının yapılmamasının büyük bir ihmal olduğunu kaydeden Kışanak, “Kriz merkezinde valilikten ve ilgili bakanlıklardan acilen bir açıklama bekliyoruz. 17 gün boyunca toplu olarak yaşanılan bu alanlarda hiç değilse binaların tamamını yapamadıysa toplum olarak yaşanılan bu alanlarda resmi bir inceleme yaptılar mı? Yaptılarsa resmi incelemenin sonucu neydi bunu kime tebliğ ettiler? Yapmadılarsa gerekçesi nedir? Biz bunu çok iyi biliyoruz ki gönüllü onlarca insan, teknik eleman, mühendis kriz merkezine başvuru yaparak hasar tespit çalışmalarında yer almak istediler. Kriz merkezi böyle bir çalışma henüz başlatılmadığını söylediler. Şuan ki yaşanılan can kayıplarının hesabını kim verecek. Birileri çıkıp bunu izah etmesi gerekiyor. Bunu siyasi polemik konusunu yapılarak üzeri kapatılacak bir konu değil” diye konuştu.

BİNALARA GİRİŞ BELGESİNİ ÇEVRE BAKANI MI VERDİ?

Depremden yaklaşık 10 gün önce Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar yaptığı açıklamada, deprem olacağı söylentilerine şöyle yanıt vermişti: “Bugün diyebilirim ki Van merkez ve Erciş en güvenilir bölgedir. Çünkü buradaki fay kırılmıştır, enerjisini boşaltmıştır. İlk 3 gün 6’ya yakın şiddetli deprem olabilir. Ondan sonra şiddeti azalır. 3 aya kadar bizim hissettiğimiz çok az ve hissetmediğimiz binlerce sarsıntı olur. Onun için burada özellikle ağır hasarlı binalar girilmesin. Yıkık binalara yaklaşılmasın. Bunun dışındaki binalara girilebilir.”

HÜKÜMET NE YAPIYOR?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da 23 Ekim tarihinde yaşanan depremden sonra sadece ilk 24 saat içinde hükümetin başarısız olduğunu kabul etmiş ancak suçu yine BDP’nin üzerine atmıştı. Deprem gibi doğal afetlerde hayat kurtarmak için saniyelerin bile önemliyken hükümet, dış yardıma kapıları kapatmış, ancak günler sonra yardım talebinde bulunmuştu. Yetkili makamlar her gün medyaya yaptığı açıklamalarda Van’a götürülen yardımlardan bahsetti, ancak hiçbir zaman Van’daki depremzedeleri ihtiyaçlarının gerçek boyutları hakkında bilgi vermedi. Oysa yardım ulaştırıldı denilen onlarca köy ve mahalleye halen de devlet tarafından ciddi bir yardım ulaşmış değil.

BDP ve DTK heyetinin Van, Erciş ve köylerde yaptığı incelemeye ilişkin 7 Kasım günü açıklama yapan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise, Başbakan Erdoğan’ın “İlk 24 saatte geç kaldık” sözlerini hatırlatarak, ” 24 saat değil 15 gün geç kaldınız” dedi. Deprem üzerinden 15 gün geçmesine rağmen halkın hala sokaklarda sabahladığına dikkat çeken Demirtaş, hükümettin derhal Erciş ve Van’I afet bölgesi ilan etmesini istedi

http://www.tekojin.com/haber/deprem-degil-cinayet

Maliye Bakanlığı’nın Resmi Web Sitesi Hacklendi

Türkiye Maliye Bakanlığı’nın resmi internet sitesi, kendilerine ColdHackers adını veren bir grup Kürtgenci tarafından hacklendi.

Maliye Bakanlığı’nın internet sitesi dün kendilerine ColdHacker adını veren bir grup tarafından hacklendi. Siteye “Biji Serok Apo” sloganı ile “Kirli ellerinizi Kürdistan halkından ve önderliğinden çekin” yazısı bırakıldı.

Grup PKK lideri Abdullah Öcalan’a tecridin yanı sıra artan tutuklamalara da tepki göstererek, “ColdHackers ve Kürdistan Gençliği” olarak sanal eylemlerini sürdüreceklerini bildirdi.

http://www.maliye.gov.tr internet sitesi bu sabah saatlerinde de halen kapalıydı.

Maliye Bakanlığı da bu sanal eylemden PKK’yi sorumlu tuttu. Bakanlık tarafından yapılan yazılı açıklamada, “Bölücü terör örgütü PKK, kirli emellerinin propagandası için gece yarısı http://www.maliye.gov.tr internet sitemize saldırmıştır. Bakanlığımız Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı yetkililerinin, olaya en kısa sürede müdahalesiyle kirli propagandanın yapıldığı yayın kesilmiştir. Sadece bilgi amaçlı duyuruların yer aldığı, hiçbir süratle mükellef bilgilerini içermeyen bakanlığımızinternet sitesi en kısa sürede yeniden yayına girecektir.” denildi

http://www.tekojin.com/internet/maliye-bakanliginin-resmi-web-sitesi-hacklendi

Cüneyt Özdemir – Yuh Ulan Yuh

Cüneyt Özdemir : İĞRENİYORUM ULAN!!

Yargıtay 14. Ceza Dairesi, Mardin‘de 13 yaşındaki N.Ç’ye tecavüz edilmesi ile ilgili 32 sanıklı davada, yerel mahkemenin “N.Ç’nin sanıklarla rızasıyla birlikte olduğu” yönündeki kararını onadı.

Yargıtay‘ın bu kararına sosyal paylaşım sitesi Twitter’da en sert tepkiyi ise Cüneyt Özdemir verdi. Özdemir kendine ait sayfasında Yargıtay‘a sert ifadelerle yüklendi. İşte Cüneyt Özdemir’in Yargıtay‘ın kararına sert tepki verdiği mesajları:

*Hakimleri savcıları avukatları ayarladınız diyelim bu kadar mı körleştik, bu kadar mı aklımızı kalbimizi yitirdik, siz ne diyorsunuz ULAN!

*Bu karar son yılların en skandal kararıdır.. Siyaset ve vicdan üstüdür. 13 yaşında bir çocuk istismarının hukuk tarafından da istismarıdır..

‘YUH ULAN YUH’
* 13 yaşında tecavüze uğrayan çocuğun tecavüzcülerini gözümüzün önünde binbir numarayla temize çekiyorlar. YUH ULAN YUH.. Bu kadar mı bittik..

* 13 yaşında bir çocuğu satanlar, yatanlar değil asıl günahkarlar bunları temize çekenler,hukukun kılıfına uyduranlardır. Bu kadar mı satıldık

* Aklımın almadığı bir durum var;partili partiliyi korur, taraftar taraftarı, meslektaş meslektaşı.Peki ama bu tecavüzcüleri kim korur? NEDEN!

‘AKLIM ALMIYOR’
* Kim bu yargıtay üyeleri 13 yaşındaki bir kızın 26 adamla gönül ve akıl rızası ile yattığına hüküm veren? AKLIM ALMIYOR ARKADAŞLAR ALMIYOR!!

* 13 yaşında bir kız çocuğunun tecavüze uğramasından daha fenası, bunun Yargıtay düzeyinde meşrulaştırılmasıdır. Bitmişiz biz haberimiz yok!

*Bu tür kararları görünce her şeyi bırakıp arkama bakmadan kaçıp gitmek istiyorum bu vicdansız ülkeden…

‘İĞRENİYORUM ULAN’
*13 yaşındaki N.Ç’ye tecavüz edenler hepimizin gözünün önünde hukukla (artık ne tür numaralar dönüyorsa) temize çekiliyor. İĞRENİYORUM ULAN!!

Cüneyt ÖZDEMİR

 

http://www.tekojin.com/makale/cuneyt-ozdemir-yuh-ulan-yuh

Yardımın adı var kendi yok

Van depremi için televizyonlardan yürütülen “Van İçin Tek Yürek” ve “Kardeşlik Zamanı” kampanyalarından 127 milyon TL bağış toplandığı açıklanmıştı; peki ne kadarı hesaplara yattı?

Van depremi için biri Samanyolu televizyonu diğeri de 15 kanalın ortak düzenlediği olmak üzere iki ayrı bağış kampanyası gerçekleştirildi. Bu kampanyalarda toplam 127 milyon TL bağış toplandığını açıkladı. Kampanyaların üzerinden bir hafta geçti ancak vaat edilen bağışların birinden “tahminen” 20 milyon, diğerinden ise nakdi 7,8 milyon TL bağış toplandığı ortaya çıktı.

26 Ekim’de 12 televizyon kanalı ve üç radyo ile yürüttüğü “Van İçin Tek Yürek” kampanyasında 62 milyon TL bağış toplandığını açıklanmıştı. Taahhüt edilen bağışlar Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na (AFAD) yönlendirildi. Bianet’ten Nilay Vardar’ın haberine göre, Başbakanlık Basın Müşaviri Mustafa Aydoğdu, bu kampanyadan hesaba 20 milyon yattığını tahmin ettiklerini ancak bunu denetlemenin kendi sorumluluklarında olmadığını söyledi.

Aydoğdu, “Kampanya olmadan önce hesapta sekiz milyon vardı; sonra Mesud Barzani 1,5 milyon yatırdı, Vakıf Bank 1,5 milyon yatırdı, Suudi Arabistan da 80 milyon küsur yatırdı. Şu anda hesapta 122,5 milyon var, işte aradaki yaklaşık 20 milyon muhtemelen kampanyadan gelen paralar. Ama biz hesap numaralarını alıyoruz, kimin gönderdiğine bakmıyoruz. Bu paranın içinde dışarıdan bağış yapanlar da olabilir. Bu kesin bir rakam değil, sadece 20 milyon olduğunu tahmin ediyoruz” dedi. Aydoğdu, kanaldan da kendilerini arayıp, ne kadar toplandığını sorduklarını söyledi ve kendilerinin kanal çalışanlarına “Sizin bunu takip etmeniz gerekiyor” dediğini belirtti.

YAPTIRIMI YOK
Samanyolu Yayın Grubu, Kimse Yok Mu Derneği ve Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’nun (TUSKON) ortaklaşa yürüttükleri ve Samanyolu TV’de “Kardeşlik Zamanı” ile yayınlanan programda Van depremi için 65 milyon TL bağış toplandığını açıklamıştı. Kimse Yok Mu Derneği internet sitesinde, bu bağışların 40 milyon TL’den fazlasının özel bir firmanın ev yapımını kapsadığını açıkladı. Geriye kalan 25 milyon TL nakdi yardımın 7 milyon 800 TL’si toplandığı açıklandı. Derneğin sitesinde bağışları yapanların isimleri var ancak yatırmayanların yok; taahüt ettikleri bağışları yatırmazlarsa herhangi bir yaptırım uygulanacağı belirtilmiyor.

Dernekten konuyla ilgili ayrıntılı bilgi almak için görüştüğümüz kişiler, resmi açıklama yapamayacaklarını ancak vaat edip bağış yapmayanlar için herhangi bir yaptırım uygulamayı düşünmediklerini söyledi.

 

http://www.tekojin.com/haber/yardimin-adi-var-kendi-yok

Polis ve “Cemaat”

Polis ve “Cemaat

Tanıl Bora

Gazeteci Ahmet Şık, İmamın Ordusu adlı kitabını yayına hazırlarken geçtiğimiz Mart ayı başında gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu kitabında, Fethullah Gülen hareketinin emniyet teşkilâtındaki örgütlenmesine eğildiğini biliyoruz.

Tutuklanmanın ardından, Ahmet Şık’ın irtibatta olduğu yayınevindeki ve Ergenekon soruşturması hakkında birlikte kitap yazdığı meslekdaşının çalıştığı gazetedeki bilgisayarlarda arama yapılarak kitabın izinin sürülmesi, dahası kitabı bilgisayarında bulunduran herkesin terör örgütüne yardımve yataklıktan sorumlu tutulacağına ilişkin bir mahkeme kararının yayımlanması, ister istemez Şık’ın gözaltına alınırken söylediği sözleri hatırlattı herkese: “Dokunan yanar!”

Polis kaynakları, kitap taslağı peşindeki bu sürek avının, kitabın yayınını men etmekle ilgisi olmadığını, dosyadaki –Ergenekon terör örgütünün talimat ve irtibatlarıyla alâkalı- notların peşinde olduklarını anlattılar.Taraf gazetesinde bir polis-yazar, bu olaydan infiale kapılanlara neredeyse gün be gün cevap yetiştirerek, –Engizitör gibi büyük harfle yazalım– “Soruşturmacılar”ın sanıklardan bile gizlenen şüphe ve akıllarını ‘kamuoyuyla paylaşıp’ durdu.

Gülen cemaatinin poliste etkisine ilişkin, yayımlanmış kitaplardaki[1] ve Şık’ın memleketteki on binlerce bilgisayara ‘düşen’ kitap taslağındaki anlatım ve iddialar dışında elimizde özel bir data yok. Burada bu konuyu “belgesine” bakmadan, bakmaya gerek duymadan, herkesin bildiği sır türünden bir vakıa olarak ele alacağım.

Böylesi bir ülfeti normal ve meşru bulanlar da var. Her siyasal iktidarın kadrolaşma tercihlerinin olması elbette ‘normal’ ve ‘meşru’dur. Fakat müsteşar, müdür atamalarının ötesinde ‘tabana’ yayılan bir kadrolaşmayla ilgili kuşkulardan bahsedildiğinde, üstelik siyasal iktidardan da görece özerk bir yapılanmanın kadrolaşması söz konusuysa, bu pek de ‘normal’ değildir. Kamu görevlilerinin sosyal ve politik aidiyetlerden kopuk mahlûklar sayılamayacakları da doğrudur. Liyakatsizlerin kayırılmasına ve politik-ideolojik tercihlerin görev ölçüsünü belirlemesine yol açmadıkça, bu aidiyetleri kriminalize etmemek gerekir. Doğru ama bunu söylemekle yetinen bir gönül rahatlığı[2] ‘normal’ midir? Polisin örgütsel ideolojisi ve alt-kültürü düşünüldüğünde, değil. Gülen’in fikriyatı düşünüldüğünde, değil. Bu ikisinin muhtemel görünen simbiyozu halinde, asla değil. Zira zaten steril ve ‘yansız’ bir ‘kamu hizmeti’ anlayışından neredeyse fıtraten uzak olan bir ‘bürokraside’, devletle-toplumla-“millet”le ilgili otoriter hükümlerle sosyalleşmiş bir ‘camianın’ nüfuz sahibi olması, tekin değildir.

Bu yazıda, Gülen’in fikriyatı ve toplum görüşüyle, polisin –bilhassa siyasî polisin– ‘meslekî’ ideolojisi arasındaki manevî ülfete işaret etmeye çalışacağım. Ve bu ikisinin simbiyoza girmesinin tekinsizliğine dikkat çekeceğim.

* * *

İsmet Berkan Radikal ve Hürriyet’teki yazılarında birkaç defa polisin 12 Eylül’den sonra askerî konsepte uygun olarak, yani bir düşmanı hedef alarak, doktrine edilmiş olmasının vahametinden yakındı.[3] Bunun sadece ordu kaynaklı bir konsept olduğunu düşünmüyorum. Militarist akılla milliyetçi-muhafazakâr otoriteryanizmi kavuşturan bir konsept olmuştur bu. Soğuk Savaş döneminde anti-komünizm temelinde gerçekleşen bu buluşma, sonrasında anti-komünist motiflerin ‘bölücülük’ tehdidine uyarlanmasıyla sürdü.Terörle mücadele konsepti açıkça bir savaş konseptidir.

Bir parantez açalım… Ergenekon zihniyeti de bu konseptle doğrudan doğruya rabıtalıdır – ta kendisidir demeyeceksek. Zira terörle mücadele konsepti, bir sürekli olağanüstü hal rejimine ve gayrı nizamî harp mantığının sürdürülmesine dayanır. Militarizmin içselleştirilmesidir. Bu bakımdan, Ergenekon’un terörle mücadele konseptine ve “terör örgütü” modeline göre soruşturulmasının en azından daraltıcı, esas itibariyle paradoksal olduğu unutulmamalıdır. Ergenekon’un sorgulanması, o konsepti, o zihniyeti sorgulamayı gerektirir çünkü. Keza politik eleştirileri ve muhalefeti bunların arkasında varsayılan bir ‘psikolojik harekât’ planına göre anlamlandırma, konumlandırma ve kriminalize etme eğilimi, Ergenekon zihniyetinin örneğidir ve bu psikolojik harpçi bakış açısı, Ergenekon’u yeniden üretmeye yarar.

* * *

Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr ideoloji, öteden beri, tam da bir iç düşman tehdidi algılamasına dayanarak, polisi orduya ‘eş koşmuş’ ve onun azamî kuvvetlenmesini istemiştir. 1960’larda Necip Fazıl “Asker nasıl cemiyetin dışa karşı perdesiyse, polis de, içeriye doğru aynı koruyuculuk fiilinin ve esasta mübarek bir ocağın timsalidir” diyordu.[4] Tipik Necip Fazıl üslûbuyla “iç kötülüklere karşı ferdlerin huzur ve emniyetini heykelleştirir” gibi patetik ifadelerle… 1970’lerde Ahmet Kabaklı, açık seçik, polisin iç orduolduğunu söylemişti. “İç savaş taktikleri, dış tehlikeyi çoktan aştığı için”, ordu tanımının altını çiziyordu. Polis “iç ordu şeklinde düşünülmeli, ona göre teşkilâtlanmalı, ona göre donatılmalı ve eğitilmeli”, “vazifesini yaparken hiçbir kuvvet ona müdahale edememeli” idi.[5]

Kuşkusuz bu polis hürmeti, DP’nin siyasî varisi olan AP’nin bir askerî darbe tehdidine karşı polisi orduya karşı güçlendirme kaygısından da besleniyordu. Necip Fazıl’da bu kaygının da ifadesini görürüz: “Millî iradenin icracısı hükümet uzviyetinde iç icra kollarından başlıcasıdır ve prestiji hükümetinkine tıpatıp denktir. Polisin sevilmediği yerde, sevilmeyen, mutlaka hükümettir; nüfuzsuz olduğu yerde, nüfuzsuz; ezgin olduğu yerde, ezgin, yine o.”

Özetle milliyetçi-muhafazakâr çizgi, polisi, devletin heybetinin ifadesi olarak görmek ister, bunun için polisin muktedir olmasını ister. Güçlü polis, aynı zamanda, hükümetle devlet arasındaki açının (askerî darbelere yol açan açıdır bu) kapanmasının da bir aracı olacaktır. Böylelikle hedeflenen, ‘dünyevî’ bir siyasî organ olan hükümetin ebed-müddet Devlete atfedilen kutsallığı aşındırması değildir ama; tersine, o Devlet heybetini hükümetin üstlenmesidir. Polis güç istencini, “yönetebilir demokrasi” endişesini “heykelleştirir”, onun vasıtasıdır, tekniğidir.[6]

Polis ‘konusu’, devletle hükümet arasındaki açının kapanması ‘davasını’ güden milliyetçi-muhafazakâr çizginin on yıllardır işlediği “devletle milletin barışması” motifiyle de bütünleşir. (Bu davanın ve bu motifin, milliyetçi-muhafazakârlığın liberal-muhafazakârlığa evrilmesinin veya onla karışmasının da berzahı olduğunu unutmayalım.) Polis teşkilâtı, askeriyenin zümrevî seçkinliğinden farklı olarak, orta sınıfların altına ve taşraya geniş geniş açılan bir devlet kapısıdır. Subaylıktan bir tür kültürel ırkçılık mekanizmasıyla dışlanan (Serdengeçti’nin ifadesiyle) “bağrı yanık Anadolu çocukları”, polis müdürü olabilirler. Polisin itibarı, ‘elit sosyolojisi’ bakımından, o çocukların itibarına vekâlet eder. (Üst düzey emniyet müdürlerinin protokol ve maiyetleriyle generallere benzemesi, generalleri tedirgin ettiği kadar bağrı yanık Anadolu çocuklarını da tedirgin etmiyorsa, belki bundandır.)

* * *

Fethullah Gülen’in 12 Eylül darbesinden sonra yayımlanan ilk yazısı[7] karakol mecazıyla başlıyordu: “Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin en büyük teminâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir.” İlginç tabii, lâkin illâ da ‘tevakuf’ aramaya gerek yok.

Gülen’in ideolojik söylemi, milliyetçi-muhafazakâr geleneğin yol izinde, devlet otoritesini alabildiğine yüceltir. Devlete saygısının “kutsama ölçüsünde” olduğunu bizzat vurgular[8] – İslâmî düşünce dünyası içinde, provokatif bir vurgudur bu. Ulü’l-emre itaat ilkesini vurgular: “Mü’minler… asayişin bekçileri ve nizamın yanında kimselerdir.”[9] “Devlete mensup her ferdin devletin fahri zabıtası olması iktiza eder”,[10] ona göre. Her ferdin devletin zabıtası gibi davrandığı otokontrol sistemine, “gelişmiş ülkeler”den delil getirir: “Bu ülkelerde millet fertleri, basit bir trafik olayından, devletin ruhunu ve temel esaslarını tehdit edebilecek büyük yolsuzluk olaylarına kadar hayatın her karesinde devlete yardımcı olmaktadırlar. Oralarda bu otokontrol sistemi öyle gelişmiştir ki, her zaman fertler, mesela, bir hırsızı derdest edip yetkili makamlara teslim edebilmekte ve trafik kurallarını ihlal eden bir arabanın plakasını alıp trafik görevlilerine bildirebilmektedirler. Bu şekilde her fert, âdeta diğer fertlerin kolluk kuvveti gibi çalışarak devlete yardımcı olmaktadır. Her ne kadar buna bizim gibi ülkelerde gammazlama nazarıyla bakılsa da, zannediyorum meseleyi ‘devlete yardımcı olmak’ perspektifinden değerlendirdiğimizde uygun bir yaklaşım tarzı olduğu ortaya çıkacaktır.”[11]

En kötü nizam, nizamsızlıktan, otoritesizlikten iyidir Gülen’in nazarında. Said Nursî’de daha ziyade evrene-doğaya dair bir tasavvur olan nizam ve âhenk izleği, Gülen’in neo-Nurculuğunda beşerî ve siyasî bir çerçeveye kayar. Meşhur “hoşgörü” mesajları da neticede birliği-bütünlüğü (nizam ve âhengi) tahkim etme maksadına dönüktür.[12] Disiplin, teyakkuz, kargaşadan kaçınma kaygıları, saplantı halindedir. Fitne ve fesat kavramları, onun toplum görüşünün taşıyıcı sütunlarıdır. İnsanın fıtrî zaafını işleyen “fesada açık anarşist ruhlar”, “ihtilaf ve iftirak hırıltıları” gibi imgeler, metinlerinde kol gezer. Otokontrol toplumu özleminin ve devlet otoritesi ululamasının nedeni de budur zaten. Devlet, bir emniyet ve itaat makamı olarak önemlidir; “Devletten hep tasdik alınmalı”dır.[13] Gülen hareketinin bir yeni elitin-burjuvazinin (“koza”sından) huruç ve (“sistem”e) hulûl hareketi oluşu, bu devletlû zihniyeti bütünler.[14] Milliyetçi hararetle ve başlıbaşına bir değer sayılan askerliğe duyulan muhabbetle birlikte.

* * *

İslâmî topluluklar, tek-parti rejiminden çıkılalı beri, öncelikle kendilerini baskılara karşı emniyete alma kaygısıyla Emniyet’le ‘iyi ilişkiler’ geliştirmeye önem verdiler. Politik kutuplaşmaya koşut olarak, 1970’lerden itibaren kadrolaşma mücadelesinde ağırlıklarının arttığı biliniyor. Gülen cemaati de muhtemelen bu alandaki kadrolaşmasına, öncelikle “Hizmet”in emniyetini sağlamaya dönük bir önem vermişti. Bugün geldiği noktada ise, Emniyet’teki nüfuzunun, cemaatin politik etkinliğinin esaslı bir kolunu oluşturduğu anlaşılıyor.[15] Söz konusu nüfuzun tipik hayırhah ‘izahı’ şöyledir: “‘Emniyette zinhar Fethullahçı yoktur’ demek mümkün değildir. Çünkü bu teşkilat ‘toplumun kopyası’. Ağırlıklı olarak Anadolu insanı ve milliyetçi-muhafazakâr. Ama Alevi ve sıkı solcu müdürler de var.”[16]

Bu doğallaştırıcı izahtaki hakikat: Polisin örgüt ‘tabanındaki’ ideolojik yatkınlıkların, Gülen’in ideolojik söylemiyle eklemlenmeye fevkalade müsait olmasıdır. Polis alt-kültürünün oluşumunda milliyetçi-muhafazakâr, devleti yücelten, ‘her tür’ solculuğu düşman sayan bir değerler evreni baskındır.[17] AB’ye uyum sürecine ve ‘modernleşmeye’ bağlı değişimler elbette gözleniyor, fakat genel ideolojik tablo böyle görünüyor. Gülen cemaatinin hem kazandığı nüfuzla, hem de ideolojik söylemiyle, her kademeden polis kadrolarına bilhassa sempatik görünmesi ve onları cezbetmesi ‘normal’dir – örgütlenme performansına ilişkin hiçbir şey bilmeden de varsayabiliriz bunu. Gülen’in ideolojik söyleminin, ister kendini devletin timsali olarak yücelten klasik milliyetçi-muhafazakâr biçimiyle, ister askerî vesayeti savuşturma ve devlet hâkimiyetini modernleştirme misyonunu üstlenen liberal-muhafazakâr biçimiyle olsun, polisin meslekî ideolojisini de okşadığını ekleyelim. Şu apoloji, polis cemaati ile Gülenciler arasındaki ‘objektif’ gönül ortaklığının gizli reklamı gibidir: “İlginçtir polis teşkilatıyla ilgili son yıllarda neredeyse tek suçlama yapılıyor: ‘Cemaat’. Suçlamayı dillendirenler bilmeden aslında cemaat propagandası yapıyor. Vatandaş doğal olarak şu mukayeseyi kuruyor: Polis, ahlaksız, rüşvetçi ve işkenceci mi olsun yoksa cemaatçi mi? Cevap hiç tartışmasız belli. Hele hele bu dönüşümün neredeyse müsebbibinin cemaat olarak algılanmasına yol açacak tavırlar, tam reklam yerine geçiyor.”[18]

* * *

Walter Benjamin, polisi yasa koyucu şiddetle yasayı koruyan şiddetin “adetâ hayaletsi” bir bileşimi olarak tanımlamıştı. Polis, yasanın sınırlarını belirleme selâhiyetiyle oynar ve bundan ötürü tekinsizdir, Benjamin’e göre. Hukuku fiilen, adını koymadan askıya alır; ‘ayaküstü’ olağanüstü hal yaratır. Benjamin’in, polisin ‘yaptığı’ hukukla ilgili yazdıklarını bir kenara not edelim: “Polis ‘hukuku’, devletin, ister gözleri karardığından, ister hukuk düzeninin iç bağıntılarından ötürü, ne pahasına olursa olsun erişmeyi arzu ettiği ampirik maksatlarını artık hukuk düzeniyle güvenceleyemediği noktayı işaret eder. Bu nedenle polis, nizamnamelerle düzenlenmiş yaşamın içinde gaddarca bir tacizle veya onu basbayağı gözetim altında tutarak yurttaşa refakat ederken, açık seçik bir hukukî temelin bulunmadığı sayısız vakada herhangi bir hukukî amaçla rabıta kurmaksızın ‘güvenlik gerekçesiyle’ müdahalede bulunur. Mekân ve zamanla kayıtlı ‘hüküm’ü metafizik bir kategori olarak tanıyan hukuktan farklı olarak, polis kurumunun mütalaası özsel bir şeye denk gelmez. Onun kudretinin bir biçimi yoktur – tıpkı medeni devletlerin yaşamındaki, asla ele gelmeyen, her yerde hazır ve nazır hayaletsi görünümü gibi.”[19]

Nazilerin Gestapo’su (Geheime Staatspolizei: Gizli Devlet Polisi), Benjamin’in dikkat çektiği istidadın mantıkî uç noktasıydı. Nazi güvenlik aygıtının üst âmiri Himmler, polisi devlet sistemi içinde bizzat bir erk olarak tanımlıyordu. Polis, “kanunun mekanik bir uygulayıcısı” olarak kalamazdı; münferit yasaların ve yargı hükümlerinin ötesinde bir yetkiyle davranarak, tehlikeleri vukuları öncesinde fark edip önlemekle yükümlüydü. Himmler’in sağ kolu Heydrich polis yargısı kavramını ortaya atmıştı. Buna göre polis, hantal ve “eski rejimin” zihniyetine saplanıp kalmış olduğunu düşündüğü yargıya âmir bir hüküm gücüne sahip olmalı, bir cürümün mahkemelik olup olmadığına da o karar vermeliydi. SS ve Gestapo erkânından Werner Best, polisin işlevini “millî bünyenin sıhhatini gözetmek” olarak tanımlamıştı. Bilhassa siyasî polis, “belirtileri” iyi izleyip “zararlı hücreleri” bertaraf etmeliydi.[20] Bu ‘konsept’, polisin önleyici müdahale yetkisini hudutsuzlaştırmıştır.

Uluorta “faşizm geliyor” alarmizmi ve Gestapo benzetmeleri, yalancı çoban etkisi yaratmak bir yana, korkuları çoğaltarak felç etmekten başka bir işe yaramayabilir. Nazi deneyimini bir mantıkî uç noktanın uyarıcı örneği olarak düşünmek, başka bir şeydir ve göz açar, uyanık tutar. Nazizmin hayaleti yol göstericidir kısacası. Polisten, bilhassa siyasî polisten söz ettiğimizde de, Gestapo’nun hayaleti… Zira polisin, bilhassa siyasî polisin meslekî ideolojisinin istidadı, mantıkî uç noktası, fantazması, kendine bile itiraf edemeyeceği gizli fantezisi, Gestapo’dur.

New York’taki 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’den bütün dünya polisine yayılan yeni anti-terör konsepti, önleyici müdahalenin menzilini genişletmesiyle, izlemeye, ‘bilgi’ toplayıp kaydetmeye (artık “biyometrik”) dönük iştahıyla, bu fantazmanın fantezide kalmadığının güncel örneğidir. Orduyla polis arasındaki sınır akışkanlaşmış, polisin militarizasyon istidadı güçlenmiştir. İnsan hakları savunucuları ve eleştirel siyaset bilimciler, terörle mücadele konseptinin, bir global polis devletine kapı açtığını düşünüyorlar.[21]

* * *

Son yıllarda Türkiye’de polisin modernleşmesine ilişkin, ‘polissever’ olmayan çevrelerin de gözlemleri, tanıklıkları var. Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutuklanmasından sonra Ergenekon soruşturmasının yürütülüş tarzıyla ilgili endişelerini dile getirdiği makalesi epey ilgi gören Orhan Kemal Cengiz (İnsan Hakları Gündemi Derneği Başkanı), bundan iki yıl önce “İyi polis artık gerçekten var” diye yazmıştı[22]. Bu gözlemler polisin meslekî profesyonelleşmesine parmak basıyor; polisin kaba güce başvurmaksızın “delil toplama” yeteneğindeki artışa dikkat çekiyorlar. Buna bağlı olarak, pek o kadar itimat telkin etmeseler de, polisin “ideolojik önyargılardan” uzaklaştığına dair emareler gözleyenler oluyor. İyimserlik kefesinde bir şeylerin olduğu inkâr edilemez ama karamsarlık kefesini boş veya pek hafifmiş gibi gösterenlere de aldanmamalı. İlk akla gelen, protesto gösterileri karşısında “oransız güç kullanımı”nın olağanlığıdır; özellikle Kürt ve sol kimlikli muhalif gösterilere yönelen polis şiddetinin ‘profesyonel’ ölçüyü kolayca aşan ‘militanca’ niteliğidir. Bu şiddet, muhalif öğrencilere yönelik “oransız hukuk” uygulamalarıyla tamamlanıyor.[23] Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 1980’lerden bugüne işkencenin seyrini inceleyen çalışması,[24] işkencenin, evet, gerilemekle birlikte sürekliliğine dikkat çekiyor.

Asıl varmak istediğim yer, modernleşme ve profesyonel beceri artışının, otomatik olarak “demokratikleşme” ve “insan haklarına saygılı uygulama” anlamına gelmeyeceğidir. Bir vakitler “1997’de polisin hakkını askerlere karşı koruyan dik ve onurlu Avcı” diye övülen[25], malûm kitabından sonraysa sadece Gülen cemaatini değil polisi de itibarsızlaştırmaya yönelik komplo kurmakla itham edilen Hanefi Avcı’nın anlatısı bu konuda yeterince uyarıcıdır. Kitabın Gülen cemaatinin polisteki örgütlenmesiyle ilgili ikinci kısmını değil, ‘masum’ addedilen ilk kısmını kastediyorum. Avcı bu bölümde uzun uzun, “çağdaş” teknik yöntemlerle yapılan izlemeleri, –bu arada gerçekleştirilen yargısız infazları da–, anlatır. Deneyim kazandıkça, yargısız infaz yapmadan da ‘netice almanın’ yollarını keşfetmiştir. Sözgelimi, takip altındaki bir örgütün haberleşmelerini manipüle ederek onların silahlı eylemlerini engellemişlerdir. Dinleme teknolojisinin Avcı’yı nasıl büyülediğini okuruz kitabın bu ilk bölümü boyunca. Yeni yöntemlerin kazandırdığı takibat, manipülasyon ve operasyon kapasitesinden basbayağı haz duyduğunu görürüz: “Dünyada çok az polise nasip olabilecek bir sistem kurmuştuk ve canlı olarak içerde olup biten her şeyi izleyebiliyorduk.”[26]

Modernleşme-profesyonelleşme-teknikleşmenin sağladığı imkânların, özellikle de dinleme ve sanal izleme kabiliyetinin, polis örgütünde panoptik tutkuları okşadığını kestirebiliriz. Önleyici izleme, her yerde hazır ve nazır denetim arzusunun, –isterseniz ideolojik “şapkaların” kapıda bırakıldığını varsayın!–, salt profesyonel saiklerle bile, nasıl ‘tahrik olduğunu’ kestirebiliriz.

Velhâsıl, “operasyonel gücü olan bir emniyet teşkilatından rahatsız olanlar” ithamı,[27] Ergenekoncuları hedef aldığını sanıyor olabilir ama olmazsa olmaz bir eleştiriden (Ergenekon zihniyetini geriletmek için de olmazsa olmaz), polisin “operasyonel gücü” karşısında daimî bir tetiklikten bizi alıkoymaya dönüktür.

* * *

Şimdi kapıda bırakıldığını varsaydığımız o şapkaları geri takalım. Ferdan Ergut, Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tutuklanmasını, AKP iktidarının polis üzerindeki –ve/veya– polisin Gülen cemaatinin kontrolündeki fraksiyonu üzerindeki- denetimini yitirmesinin işareti olarak yorumlamıştı.[28] Burada önemli olan, Ergut’un, polisin her iktidar yapısındaki –Pinochet Şili’sinde bile– göreli özerkliğini hatırlatmasıdır. Evet, partizan polis olduğu gibi ‘polis partisi’ de vardır; ‘cemaatin polisi’ olabileceği gibi polis cemaati de vardır.[29]

Başta belirttiğim gibi, Gülen’in ideolojik söylemi ile polisin meslekî ideolojisi arasındaki ‘uygunluğa’, bu ikisinin simbiyoza elverişliliğine dikkat çekmeye çalıştım. Herhangi bir teşkilat şemasına hacet yok; Gülen hareketinin sözcülerince beyan edildiği gibi ‘sempati’ ilişkilerinin varlığında dahi, bu simbiyozdan “rahatsız olmak” gerekir.

Az evvel “iyi polis” mefhumundan söz etmiştik. “Fethullahçı” olarak anılan kadroların, profesyonel ve hukukî duyarlılıklarıyla “iyi polis”, onları damgalayanların ise Ergenekoncu “kötü polis” olduklarına ilişkin bir telkinle karşılaştığımız gibi; “kötü polis” saydığı Gülencileri kovuşturan veya onlara karşı ‘dosya tutan’ öteki polis hiziplerinin –ki aralarında gerçekten Ergenekoncu denecek olanlar vardır– “iyi polis” gibi telkin edilebildiğini de görüyoruz (Hanefi Avcı vakasında olduğu gibi). “İyi polis-kötü polis” işbölümü, deyimleşmiş bir sorgu ve manipülasyon tekniğidir. Şu veya bu “iyi polisin” merceğine mecbur olmamak için, güvenlik politikalarının demokratik denetimi talebini askeriye gibi poliste de ciddiye almak gerekiyor.

[1] Bunların en ‘doğrudan’ olanı şudur: Zübeyir Kındıra, Fethullah’ın Copları, Su Yayınları, Ankara 2001.

[2] Örneğin Roni Margulies’in serdettiği türden bir gönül rahatlığı; bkz. Taraf, 25 ve 28 Ağustos 2010.

[3] En son, Hürriyet, 22 Mart 2011.

[4] Necip Fazıl Kısakürek, “Polis”, Tanrı Kulundan Dinlediklerim – 2, Toker Yayınları, İstanbul 1968, s. 153-154.

[5] Ahmet Kabaklı, “Devlet ve Polis”, Devlet Felsefemiz içinde, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul 2003, s. 69-82.

[6] Süleyman Demirel’in Başbakan olarak 5 Şubat 1977’de Aydınlar Ocağı’nda yaptığı konuşmada söylediklerini okurun istifadesine sunayım. “İcra”nın güçsüzlüğünün bir timsali olarak polisin yetkisizliğini skandalize eden sağcı mübalağa sanatının parlak bir örneğidir: “Bugün elinde bomba taşıyan adama ‘elindeki nedir?’ diye sormak mecburiyetinde kalıyor polis, üstünü aramak imkânı yok. ‘Elindeki bomba nedir?’ diyene de, bombanın fitilini çekiyor, ‘budur’ diye eline veriyor. Buna bir şey demiyorsunuz.” Anayasa ve Devlet İdaresi. Göktürk Yayınları, İstanbul 1977, s. 55.

[7] Sızıntı, 1 Ekim 1980.

[8] “Bu hareket devlete alternatif mi?”, Kırık Testi yazıları, 14 Kasım 2005.

[9] Kürsü yazıları, Zaman, 24 Şubat 2006.

[10] “Devlet kutsanmamalı, ama…”, Kırık Testi yazıları, 5 Eylül 2004.

[11] “Otokontrol sistemi”, Kürsü yazıları, Zaman, 12 Eylül 2003.

[12] Bu konuda bir analiz: Yavuz Çobanoğlu, “Muhafazakâr dünyanın kutsal efsanelerine giriş: Fethullah Gülen’de hoşgörü, diyalog ve ahlâk düşüncesi”, Toplum ve Bilim 117 (2010), s. 142-168.

[13] Yavuz Çobanoğlu, “Fethullah Gülen’de sosyal ahlâk tasavvuru”, yayımlanmamış doktora tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2008, s. 189. Bu çalışma İletişim Yayınları tarafından yayımlanacaktır.

[14] Ömer Laçiner Birikim’in 76. ve 77. sayısındaki (Ağustos ve Eylül 1995) yazılarında bu hareketin seçkinciliğini ortaya koyar: “Postmodern Bir Dinî Hareket: Fethullah Hoca Cemaati” ve “Seçkinci Bir Geleneğin Temsilcisi Olarak Fethullah Hoca Cemaati”. Ayrıca bkz. Metin Karabaşoğlu, “Metin ve cemaat: Risale-i Nur hareketine dair bir analiz denemesi”, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm içinde, Ed. İbrahim M. Abu’-Rabi, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 344 vd.

[15] Emniyet’te Önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin milletvekili adayı olan gazeteci Şamil Tayyar, Emniyet’te Milli Görüşçüler’le “Fethullahçı” olarak anılan grup arasında sert bir rekabetin hüküm sürdüğünden söz etmişti. Bkz. Neşe Düzel’in söyleşisi, Taraf, 18 Ocak 2010. Ahmet Şık, AKP’yle Gülen hareketi arasındaki ilişkiyi pragmatik bir çıkar ilişkisi olarak tanımlıyor: Oy desteğine karşılık bürokraside örgütlenme olanağı. Şık, AKP yönetiminin, Gülen hareketinin siyasi nüfuzunu geliştirmesinden duyduğu tedirginliğe dair duyumlarını da aktarıyor. Express, Mart/Nisan 2011, s. 15.

2008’te yazılan şu satırları, Gülen nüfuzundaki polis ‘partisi’nin AKP ‘merkezine’ dönük örtülü bir meydan okuması olarak da okuyabilir miyiz?: “Siyasi iktidar, çetelerle mücadelede gerekli kararlılığı göstermek bir yana, bu konuda savcıların ve emniyet güçlerinin çalışmalarını yavaşlatmış, onlara ayak uyduramamıştır. Gelecek dönemde eğer siyasi iktidarlar engel olmaz ise Emniyet’te kim yönetici olursa olsun, kim Başbakanlık makamında oturursa otursun çetelerin ve anayasal düzeni kendi çıkarları için ellerinde tutmaya çalışanların en çok çekinecekleri kurum yine Emniyet olacaktır.” Dr. Davut Şahiner, “Hedef polis mi? Rejim mi?”, Zaman, 9 Haziran 2008.

[16] Adem Yavuz Arslan, Bugün, 23 Ağustos 2010. Bu masum “Anadolu insanı” kavramının mefhum-u muhalifi, gayet basit, milliyetçi-muhafazakâr olmayanlardır. Nitekim Aleviler de bir “ama”yla “Anadolu insanı”nın dışına atılırlar – kastedilen müdürler Arnavut Bektaşiler falan değilseler!

[17] Bkz. Biriz Berksoy, “Devlet stratejilerinin bir tezahürü olarak polis alt-kültürü”, Toplum ve Bilim 114 (2009), s. 98-130.

[18] Bülent Korucu, Zaman, 29 Ekim 2010.

[19] “Zur Kritik der Gewalt”, Walter Benjamin – Gesammelte Schriften, Cilt II.1, Ed. R. Tiedemann ve H. Schweppenhäuser, Suhrkamp, Frankfurt a.M. 1999, s. 179-204.

[20] Robert Gellately: “Allwissend und allgegenwärtig?”, Die Gestapo-Mythos içinde, ed. Gerhard Paul ve Klaus-Michael Mallmann, Primus Verlag, Darmstadt 2003, s. 58-61.

[21] Örn. Thomas Darnstädt, Der globale Polizeistaat, Goldmann Verlag, Münih 2010.

[22] Zaman, 21 Nisan 2009.

[23] Avukat Oya Aydın’la söyleşi, Birikim 261 (Ocak 2011), s. 54-58.

[24] Melek Göregenli-Evren Özer, 1980’­-

lerden Günümüze Türkiye’de İşkence, Ankara 2010.

[25] Önder Aytaç, Zaman, 5 Aralık 2010.

[26] Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Angora Yayıncılık, Ankara 2010, s. 269.

[27] Adem Yavuz Arslan, Bugün, 4 Ekim 2010.

[28] http://www.demokrathaber.net/ergenekon-polis-ve-siyasal-iktidar-makale,575.html. Kuşkusuz AKP’yi aklayan, ‘sorumsuzlaştıran’ bir yorum olarak almamalı bunu.

[29] Bu vadide daha önce yazdıklarımı hatırlatayım: “Devletin polisi, polisin devleti” ve “Polis partisi”,Medeniyet Kaybı içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 2011 (4. baskı), s. 203-222.

http://www.tekojin.com/haber/polis-ve-%E2%80%9Ccemaat%E2%80%9D

Kübra Bebeğin Ölümü ve Sosyal Devlet

Kübra Bebeğin Ölümü ve Sosyal Devlet

Aslında ölen Kübra bebek değil sosyal devlettir. “Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler” diye imza toplamaktan çocuklara karınlarını doyuracak kadar bir yaşam istemeye kadar geriledik. Ve o çocuklara şekeri de yaşamı da bu düzen veremez.

Vicdanın tüm mahkemeler içinde en üst merci oluşu, yapılanın yapanı asla bırakmayacağı anlamına gelir. Vicdanı olanadır bu yazı. Vicdansız görmez bile, duymaz bile. “Sehven” kelimesine sığar onların tüm hayatları. Evet, yaşamınız sehvendir.

Ölüme sehven diyebilen insanlar var artık. Gençlerin geleceğiyle oynadınız “sehven” dediniz, sizi kesmemiş olacak ki bebekleri öldürüp onlar için de sehven diyorsunuz.

Kiminiz duydu kiminiz duymadı bile… Ama kısa bir süre önce bir bebek açlıktan öldü. Sakat kalmış işsiz babası annesi ve iki kardeşiyle yaşamaya çalışmış ama olmamıştı. Küçük bedeni dayanamadı ve ondan geriye sadece birkaç fotoğraf kaldı.

“Eceldir gelir alır canı”, diyecekler yine. “Çocukcağızın rızkı bu kadarmış”, diyecekler. Rızkını kesenlerden hesap sormamız engellenecek yine. Çok ayıplar görmüştür, çok rezaletler yaşatmıştır yurttaşına bu ülke ama böylesi kabul edilebilecek gibi değil.

Sosyal devletin sosyal olamayışının acısını çekiyoruz. Sosyal devletlikten devletin anladığı kömür dağıtmak olduğu için ve bunu da “oy” kaygısıyla yaptığı için T.C. sosyal bir hukuk devletidir sözüne kibrit suyu dercesine sosyal devlet yok ediliyor.

O bebeğin katili kokuşmuş düzendir. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diye diye bırakınız ölsünler, bırakınız yaşasınlar laçkalığına kavuşturdular dünyayı. Evet, siz bıraktınız yaptılar ve dünyayı bu hale getirdiler. Dünyanın bu haline su taşımış her canlı, Kübra bebeğin ölümünden sorumludur.

Hangisi daha suçlu?

Ölümünden sonra tutanaklara açlıktan öldüğünü yazan polis sadece “gözleri vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar ” deyişini terse çıkarmıştır. Olanı olduğu gibi aksettirmiştir.

Ama gözleri vardır görmezler kulakları vardır duymazlar âleminden insanlar olaya müdahale etti. Polisin tutanağa açlıktan ölmüştür ibaresini “sehven” yazdığını söylediler.

Tıp bilimini yok sayıp da kendi kişisel mevki ve görüşünü dayatan insanlar bir bebeğin ölümü üzerinden bile utanma duymadan böyle açıklama yapabiliyorlar. Çok geçmeden gelen otopsi raporunda beslenme yetersizliği diye kibarlaştırılan şey açlıktan ölümdür.

Bir yanda bebeği öldüren düzen diğer yanda o düzeni körü körüne savunan insanlar. Hangisi daha suçlu diye düşündüğümüzde ikisinin de birbirinden aşağı kalır yanı yok.

Kübra bebek öldükten sonra evlerine şaşırılmayacak şekilde yardım yağdı. Kör gözleri açmak için kati bir delil gerekiyor, o da maalesef ölüm oluyor. Buna sevinemeyen aile, bu durumu sindiremiyor elbette.

Annesi “Kızım gittikten sonra dolabım dolmuş neyime” diyor. Bebeğini emzirerek de olsa besleyemeyen anne “Aç insanın sütü de olmaz” dediğinde, göstermelik doldurulan dolaplar boşaldığında neler olacağını az çok kestirebiliyor.

Ölen Kübra bebek değil

2023 hedeflerine bu konu elbette girmeyecek! Çünkü bu ülkede bazı insanların gözünde, çocuklar ya yaramazlıklarından lavaboyu kendi üzerlerine düşürüp de ölüyor, ya aileleri bakamıyor ya da anneler babalar sokaklara salıyor, panzerlerin önüne. O yüzden kimsenin suçu yok bu ölümlerde. Hele ki yetkililerin hiç suçu yok!

Aslında ölen Kübra bebek değil; öve öve bitiremediğiniz sosyal devlettir. Bu olay sosyal devletimizin göğsüne bir nişane gibi takılmıştır ve bir daha onu hiç çıkaramayacaktır.

“Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler” diye imza toplamaktan çocuklara karınlarını doyuracak kadar bir yaşam istemeye kadar geriledik. Ve o çocuklara şekeri de yaşamı da bu düzen veremez. Şekeri de yaşamı da o savaştan sağ olarak çıkabilen bebeklerin kurduğu dünya verecek, köhnemiş düzeniniz değil. (HK/BB)

http://www.tekojin.com/haber/turkiye/kubra-bebegin-olumu-ve-sosyal-devlet

İnternette Sansür Fetvası Fethullah Gülen’den

İnternette Sansür Fetvası Fethullah Gülen’den

ANKARA – Türkiye’de internete uygulanan sansüre karşı binlerce kişi 15 Mayıs’ta “İnternetime Dokunma” eylemine hazırlarken, Fethullah Gülen’in internete konan bir videosunda internetindenetim altına alınmasını istedi.

Fethullah Gülen, gayri meşru ‘chat’leşmeler yapıldığına dikkat çektiği vaazlarda ailelere “Kendi evlerine internet aboneliği alacaklarsa, mutlaka onun kontrolünü sağlamalılar” diyor.

İNTERNET VAAZLARI Fethullah Gülen’in bir süredir internetin denetim altına alınmasını isteyen vaazlar veriyor. Gülen konuşmalarında internetin denetim altına alınması için ortaya koyduğu gerekçeler ile Bilgi Teknoloji Kurumu (BTK)‘nun koyduğu yasakların örtüşmesi dikkat çekti.

ANATHARLARLA GİRİLMESİ… Geçen ay internete konan videosunda internetin denetim altına alınmasının isteyen Gülen konuşmasında şu ifadeler yer aldı: “Günümüzde bu bilgisayar oyunları filan. Bu internet kafeler filan buralarda olan şeyler, bu mevzunun da böyle bağlayıcı kanunu kuralı yok. İnsanlar da tahdit koyamıyorlar o mevzuda, belli anahtarlarla sadece girilmesi gerekli olan yerlere girme gibi bir tahdit getiremiyorlar. Çok ciddi problemler oluşuyor. Bağışlayın gayri meşru ‘chat’leşmelerden alın da fuhşa münkerata gitmeye kadar.”

RTÜK’E SUNULMALI Gülen, internetin denetim altına alınması için kendi internet sitesinde yayınlanan diğer bir konuşmasında ise “İnternet bağımlılığı bir hastalık olarak dünya literatürüne girdi. İnternet üzerinden oynanan oyunlar çocuklarımızı da çok etkiliyor. Bu problemin çocuk sağlığına etkilerini ve aile ortamına yaptığı olumsuz tesirleri engellemek için başta aile olmak üzere eğitimci ve din görevlilerine ne gibi vazifeler düşmektedir? Türkiye’deki birtakım psikologlar ve pedagoglar bu problemin üzerinde durmalılar. Onların ortaya koyduğu projeler RTÜK ve Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlara sunulmalı ve bir toplumu kurtarıcı müşterek planlar oluşturulmalı. En azından internette zararlı yerlere ulaşmanın önü kesilmeli; Milli Eğitim Bakanlığı ve RTÜK gibi kurumlardan vesika alınması sağlanmalı” diyor.

KARA LİSTE YETKİSİ

Bu arada Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu’nun (BTK) internetin güvenli kullanımına ilişkin tartışma yaratan kararına göre, BTK’nin oluşturacağı “kara listeleri” Türk Telekom’un da aralarında bulunduğu servis sağlayıcı işletmeciler de dilerse genişletebilecek.

İşletmeler bunu yaparken yerel veya uluslararası kurum/kuruluşların veri tabanlarını dikkate alacak. Uzmanlar internette zaten “sansür” olduğunu belirterek uygulamayla bunun kurumsal hale getirileceğini vurguluyorlar.

Gülen’in internetin denetim altına istediği konuşmasına bu adresten ulaşılabilir

ANF NEWS AGENCY

http://www.tekojin.com/haber/internette-sansur-fetvasi-fethullah-gulenden